Blog

Pınarbaşı-Ulus-Bartın

Pazar, Nisan 20th, 2014

Ses Turizm’ in otobüsündeyim, bol çocuk gürültüsü ile beraber , sık sık ikram edilen kolonyanın keskin kokusu ile ter kokusu biribirine karışmış durumda.. Fonda ‘Orhan Gencebay’..

 

Etraf göz alabildiğne yeşil.. yer yer dağın üzerinde sis.. gökyüzü bulutlu, belli ki akşam  yağmur yağmış.

 

Yaklaşık 10 saat süren yolculuk sonunda, otobüsten Ulus’ ta indik, bavullarımızı  indirdik.. Taksiye binmeden pazarlık ediyoruz.. 20 milyon..Eh peki.. zaten başka çare yok ki..Hülya, fırından ekmek, reçel ve helva aldı. (Hülya kızımıza bakan abladır.Pınarbaşı köyü de O’nun köyü.) Herşey yolunda. Arabaya bindik biraz yol almıştık ki ..o da ne yol  kapalı.. Gece yağan yağmur dan. Dağlara vurdu taksici arabayı, dere depe gidiyoruz tam anlamıyla.

 

İnanılmaz tepelerden, sisli dağlardan ve eşsiz yeşilliklerden geçtikten sonra köye ‘Gökpınar’a ulaştığımızda inekler, öküzler, köpekler ve horozlar tarafından karşılandık. Sonra hemen ev halkı çıktı, çantalar içeriye alındı,odaya yerleştirildi. Sohbet ,muhabbet, ardından peynirli domatesli güzel bir kahvaltı. Sonrasını hatırlamıyorum, yaklaşık 1 saat kadar uyuya kalmışım, üzerimi örtmüşler, tam bebekler gibi uyudum diyebilirim. Şu an sörgünün(=balkon) üzerindeyim.Odanın önünde ki balkon burası , kapısı yok. Pencereden çıkılıyor sörgüye. Nedenini bilmiyorum.. Köye ilk indiğimde aldığım kesif tezek kokusu ise, şu an artık belli belirsiz. Rüzgarda hışırdayan yaprak sesleri, mütemadiyen öten kuşlardan başka ses yok …. Gerçekten çok huzurlu.. Beş dakika karar verdim bu köye gelmeye..Tam bir çalıkuşu misali çıktım bu tatile.. bir kaçıştı..şehirden, insanlardan,tanıdıklarımdan, dost ve eş dediklerimden.. Sürekli çalan telefonun  tiz sesi ve iş stresi beni buralara getirdi.. İstanbul’daki yaşam kaygısı insanı duygusallıktan uzaklaştırıp, garip bir hale sokuyor. Biraz ruhsuz, biraz duyarsız ve biraz da mutsuz..

 

Öğlen yemeğinden sonra uzun bir yürüyüşe çıkıyoruz kzımla. Dere tepe yürüdük, çamurlara battık çıktık, oluklarda ayaklarımızı yıkadık. Tek kelime ile muhteşem. Sonra eve gelip bir güzel çay içtik. Aradan çok geçmeden yine yemek sofrası kuruluyor.Burada inanılmaz çok yemek yeniyor, hatta yemek sofrası nerdeyse hiç kalkmıyor gibi.. Şu an yine sörgünün üzerindeyim bu satırları yazarken, hava oldukça serin, hoş bir esinti var. Ev  yine misafir kaynıyor, gelip giden hiç bitmiyor ve sürekli ikram durumu var. Biz  bulaşık makinalı, çamaşır makinalı ve her türlü elektronik aletin olduğu ve hatta fazlalıkları dolaplara tıktığımız eşyalarla donalı evimizde misafir ağırlamaya üşenirken, bu evde herşey elde ve taşıma su ile yapılıyor.

İlk gün..

Binbir çeşit yeşilin içinden geçerek geldik , gürül gürül akan Ulukaya şelalesine.. Şelalenin altındaki “Sancı” köyünde kaşıkçı ‘Ahmet Çetinkaya’ ile tanıştım. (kaşıklarının tanesi 10 milyon ,çok geliyor alamıyorum.. sanırım turist fiyatı verdi bana da..) Ahmet’in dediğine göre; şu an bakir olan bu şelale yakın zamanda güzel bir lokantaya ve sıra sıra turistik dükkanlara sahip olacakmış ..Şelale suyunun bir kısmı borularla Ulus’ a gönderildiğini de yine Ahmet den öğreniyorum. Şu an sıklıkla Japon turistlerin geldiği bir yermiş burası.

Şelaleden çıkıp, yolda ekmek almak için durduğumuzda “Düz köy” ün delisi “Mıstık” tarafından yolumuz kesiliyor. Geçiş 1 milyon.. eh ne yapalım..Mıstığın canı sağolsun..Denilene göre; Mıstık çok zeki bir çocukmuş, zamanında büyük bir sınav kazanır ve fazla sevinç ten bir günde akli dengesini yitirir..

İkinci gün… 

Bugün evdeki hayat herzamanki gibi erkenden başladı.Şehre gidenler oldu, kahvaltılar edildi, ardından tatlı sohbetler, gelen giden , çoluk, çocuk.. Aynı evde iki aile yaşıyor, her ailenin odaları,mutfakları ve tuvaletleri ayrı.. Damları’ da (=ahırları)

 

Şu an oluk başındayım. Burası kapının önünde bir ağacın gövdesi ikiye bölünerek yapılmış, içine su akan bir yer..Sabah akşam herkez bu oluğun başında toplanıyor.. Tavuklar etrafımda dolaşıyor. “Alican” adlı bir köpekleri var ki, ev köpeğinden farksız.. Sanırım ihtiyarlıktan, bütün gün yatıyor.. “Hav” dediğini duymadım . Burada at, inek ,öküz,manda(=kömüş) tavşan,civ civ,köpek , ne ararsan bolca var. Bu sabah kahvaltımız, tavuğun altından sıcak sıcak yumurtalar ile yapılmış menemendi . Evdeki miskokulu domates,salatalık,sulu sulu soğanla yapılan harika salatalara diyecek yok… Köy de hayat hem kolay,hemde zor bizim için. Kendiniz le olan uğraşlarınız burada sıfır, temizsin,pissin,saçın dağınık,makyajın var ,yok kimin umrunda.. Ama gerçek şu ki; şu taşıma su olayı kabus gibi…Taşı taşı nereye kadar.. yemek için taşı,bulaşık için taşı, çamaşır için taşı,temizlik için taşı..Oy oy..

Sabahları bir duru , bir sabunlu su yapıp evin her yerindeki muşambalar(Çağırak=hol antre)siliniyor.. Biz geleceğiz diye tüm odalara halılar serilmiş. Evde kaç kişinin kaldığının bir önemi yok, yemek bol ,yatak bol. Her yere hemen yeni bir yatak açılıveriyor. Evdeki ilginç alışkanlıklardan biri de , radyo ve televizyon aynı anda açılıyor, birinin sesinden ,diğerinin görüntüsünden faydalanıyorlar.Yemek yeme alışkanlıklarıda farklı, tek tabaktan ve bol emekli yeniyor herşey. Bana biraz zor geldi bu durum, onlar alışmış, ben kaşıkla yemeğimi bir uçtan bir uca götürene kadar yarısı yolda kalıyor.. Baktılar olmayacak, ayrı tabak verdiler. Bu arada odamız, ebebeyn odası. İçinde sıvalı bir minik bir odacık var ki , burası banyo.. Taşıma suyu getirip, odacığın içine giriyorsun ,yıkanıyorsun,tahtadan kapısı olan bu banyocuğun ışığı bile var.

 

Tuvaletler ; manzaralı.. Yukarıdan havadar bir ortamda, alttaki yeşillikleri seyretmek hoş oluyor.

 

Üçüncü gün.. 

Dün büyük bir kavga gürültü ile pazara gidebildik. Evin büyük kızı evlenecek, herkes gergin, özelliklede baba.. Fatma 23 yaşında ve şimdiye kadar evden hiç ayrılmamış. Üzülse de için için evlenme heyecanı sarmış içini Fatma’ nın.. Simitçi Ali geldi Ulus’ dan ve bizi kasabaya indirdi. 15 milyona pazarlık pazarlık üzerine razı geldi, Gayri 20’ den aşağı olmaz deyip duruyordu. Pazar yerinde kayınvalide ve kayınpederle buluştuk. “Begüm gelinlik evi “ ne gittik. Modeller gerçekten çok güzeldi ve konfor İstanbul’dan fazla. Gelinlikçi aynı zamanda saç,makyaj ve araba süsleme işlerini de yapıyor. Gelinlik, gelin başı, araba süsü, hepsi 275 milyon tuttu. El çiçeği de 20 milyon. Bir hafta sonra provaya çağıracaklar gelini. Modelden seçtiğimiz bolca süslü gelinlik ölçülerine uygun olarak İzmir’de dikilip geliyormuş. Ufak tefek düzeltme işlerini ise burada yapıyorlar. İşlerimiz bittikten sonra kayınpeder tarafından bir esnaf lokantasına götürülüp, karnımız doyuruluyor. Ardından da ver elini ‘Ulus Pazarı’.

Bol bol fotoğraf çektiğimden olacak, burada beni turist sanıyorlar. Rengine aldanıp aldığım elmalar çok kötü çıkıyor bu arada. Minik kırmızı erikler ise harika.. Pazarı baştan aşağı birkaç kez turlayıp, yazma da alıyorum. Deniz’e buranın en rahat ayakkabısı olan, yıkanabilir lastik de alıyorum. Sonradan O’ na biraz büyük geliyor, ben seve seve giyiyorum.. Kızlar eteklik kumaş alıyor, herkezde uzun lastikli etekler.. Kir göstermeyen koyu renk ve desenli. Zira her şey çabuk kirleniyor burada.

 

Şu anda sörgüde  güneş vuruyor üzerime bu satırları yazarken..öyle güzel ki !  Kedi gibi mayıştım.. Tatlı esen rüzgar, yaprakların hışırtısı hepsi muhteşem. Ben bu sessizliğe bayılırken, evde o kadar yüksek sesle müzik dinliyorlar ki gözlerim yuvalarından çıkıyor. Sanırım sessizlikten bunalıyorlar, bizim tersimize..

 

Uzaklardan elektrikli testere sesi geliyor, ağaç kesiliyor.. aynı anda aşağıdaki buzağı  möölüyor.. cik cik… kuş sesleri de onlara eşlik ediyor.

 

Dördüncü gün.. 

Dün sabah kahvaltıdan sonra çocukların arı gibi yaptığı hazırlıklarla beraber “Domuz yerine” gidiyoruz. Erik ağacının dibine seriyoruz örtümüzü. Cabbar hüsnü ile Muhammed’ in büyük çabaları sonucu yakıyoruz ateşimizi !! Yanımız da götürdüğümüz minik bahçe patateslerini takıyoruz sopalara, renkleri kömür gibi olana dek pişiriyoruz. Üzerlerini bıçak ile kazıyoruz, şeker gibi doyumsuz bir lezzet çıkıyor karşımıza.

 

Ara sıra elleri yananlar, sopaları tutuşanlar, patateslerini ateşe düşürenler olmuyor değil. Ardından biberlere aynı işlem uygulanıyor. Yufka ekmeğe salataları sarıp sarıp yiyiyoruz bir güzel.. Ardından odun ateşinde kızarttığımız petibör bisküvileri … pazardan aldığımız çilekli gofretleri..hepsini birer birer yedik doymak bilmeden. Yemek bitip sofra toplandıktan sonra, ağaca salıncak kurup sallanıyoruz..

 

Sonra örtümüzü alıp, çocuklarla biraz daha ilerideki tepeye gidiyoruz. Etrafımızda inekler, öküzler ve bunlar çocuklar tarafından bir o tarafa bir bu tarafa kovalanıp duruyorlardı. Derken inekler poşet içerisinde kalan bisküvileri keşfetmesinler  mi.!! Ağızlarına torbaları alıp bir kaçışları var ki , hiç bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Evin geri kalan kısmı çaylarını alıp yanımıza bisküvi hayali ile geldiklerinde biraz yıkılmadılar dersem yalan olur. Neyse ki şoku çabuk atlattılar. Meğer  Halil Ağa’nın hayvanlarıymış bisküvileri çalanlar.

 

Ekip gittikçe çoğalmıştı… Hep birlikte ot yerine doğru yola koyuluyoruz.. Uzaktan bakıldığında geçit vermeyecekmiş gibi görünen orman içlerinden yol alıyor, dere tepe yürürken aşağılardan bir ses duyuyoruz.. Meğer dağdan dağa haberleşirlermiş köylü. Önce biri bağırıyor, sonra herkes susup dinliyor, sonra biz bağırıp cevap veriyoruz. Zekiye teyze ile komşu evdeki yaşlı kadınlarda düşmesinler mi peşimizden yollara.

 

 “Dam” dedikleri yerde bekliyoruz gelenleri.  Hepimiz toplaşıyoruz sonunda.. Aman ne eğlence..oyunlar, şarkılar. Sonra ver elini ”Ot yeri” orada halaylar çekiliyor, yakar toplar oynanıyor. Yaşlılar meğer senelerdir vakit bulup gidemezlermiş dağlara. Zaar misafirimiz gelmiş, yalnız koymayalım, eğlendirelim demişler.. Hepsinin misafire sonsuz bir hürmeti var. “Misafir” diyorlar bize, bir daha demiyorlar. Akşam eve geldiğimizde herkes çok mutlu ama bir o kadar da açtı. Nasıl iki dakikada yemek hazırlandı bilmiyorum. J Akşam 19.00’da yemekler yenip, çaylar içiliyor. Sonra Zekiye teyzecik ekmek yapıyor. Bir de baktım 21.30’ da tekrar sofra kurulmaya başlanıyor. Islamalar; tepsi ağzına dolana dek diziliyor. (Islama= su ve yağ ile ıslatılan yufkadan yapılan, üçgen üçgen kesilen, ve tekrar üzerine kızgın yağ gezdirilen, en üstede çökelek konulan dökülen bir tür yemek.) Bu arada tüm bunların altında şehriyeli pilav olduğunu da şimdi hatırlıyorum. Ortam öyle ki birde bakıyorum, bende sofra da yemek yiyiyorum. Tabi akşamın erken saatinde fazla yemek ve yorgunluk karışımından baygın düşüyoruz…

Beşinci gün.. 

Bu sabah saat 08.00’ da uyanıyoruz hep birlik de . Daha gözümüzü açmadan kahvaltı hazırlıkları çoktan başlıyor.. Tabi bir de ondan evvel ki fasıl Zekiye teyzenin inekleri sağması, onları haylaması (haylamak=onları ahırdan birer birer çıkarıp, otlamaları için dağa gitmelerini sağlamak üzere yola çıkartmak.) var. Bugün kahvaltının ardından, oğlanlar kuran kursuna gitti, bizde onlara takılıp paçaları sıvayıp derenin içinden saatlerce yürüyoruz kızımla.. Döndüğümüzde ev halkı panik halinde..kaykabolduğumuzu sanıp yollara düşmüşler. Kimileri “o   karı.. (karı= burada normal, hanım gibi kullanılıyor.) gaybolmaz, akıllı demiş. Kimileri de kurt yemiştir zaar onları diye yorumlarda bulunmuşlar. Neyse ki sağ salim dönüyoruz köye..

 

Yan komşu “Gökgöz” kapıda.. başlıyoruz sohbete.. Adı, gözlerinin gök yüzüne benzemesinden miş. Yıllar önce Gökgöz’ ün elini mısır toplarken , yılan ısırmış. Başlıyor anlatmaya..hafiften bir ıslık sesi duymuş, herhalde çakır ağa beni korkutuyor demiş (çakır ağa=eşi) , derken sen yılan Gökgözün eline yapış, dişlerini geçir.. Gökgöz elini sallıyor sallıyor düşmüyormuş.. Yılan düştüğünde ise, konuşacak hali yokmuş Gökgözün.. eli olmuş davul. Bunu gören kocası kapmış tüfeği, düşmüş yılanın peşine.. ancak komşular mani olmuş..inanışa göre; insanı ısıran yılanı öldürürsen, ısırılan insan da aynı anda ölürmüş yılanla..Derken hemen Bartın’ a yola düşmüşler.

Gökgöz kurtulmuş. Şu anda 7 yıl önce kocasını kaybettiğinden yalnız yaşıyor. Dişleri dökülmüş, derin çizgiler sarmış yüzünü, ama yinede Allahıma şükür diyor..

 

Köyün bir de “Deli Hatce” si var. Dün oluğun yanında otururken, dağlardan topladığım çiçekleri verdim eline..Öyle güzel poz verdiki objektifime.. Yalnız ve yoksul Hatce ye bir akrabası bakarmış, önüne 3 öğün yemek su verme yenede istemezmiş..Bunu bilen köylüler, Hatceyi her gördüğünde yemek veriyor.. Benim adımı “Resimci” koymuş Hatce..Bugün  yine bana poz veriyor ve dilinden düşmeyen dualarından okuyor bana.

 

Günler nasıl geçti ve tatil nasıl bitti anlamadık..Yola çıkıyoruz ruhumuz dinlenmiş, cildimiz yenilenmiş, bir halde..   Yol boyunca gene Orhan Gencebay dinledik, kolonya ile ter kokusu karışımı havada..

 

 

Şipi= hamura yağ sürülen sopanın ucuna iplik sarılarak yapılan şey.

Pisirağaç=Saç ocağın üzerinde yufkayı çevirmeye yarayan tahta kürek.

Sanıt=Üzerinde hamur yapılan minik tahta masa.

Tavan=çatı

Hekil=Un konulan yer, ardiye.

  

Yorum Bırakın.